• Künye
  • İletişim
  • Çerez Politikası
  • Gizlilik İlkeleri
Anasayfa
  • Asayiş
  • Spor
  • Gündem
  • Siyaset
  • Ekonomi
  • Dünya
  • Politika
  • Eğitim
  • Magazin
  • Ara
SON DAKİKA:
18:00
Anlamlı günde anlamlı ziyaretler
15:00
Kahramankazan, 15 Temmuz Şehitlerini ve Gazilerini Unutmadı
14:45
Aktaş ve Büyükakın, dua okudu, karanfil bıraktı
14:30
15 Temmuz'da Şehitler Törenle Anıldı
13:45
Belediye Başkanı Savaş Kalaycı'nın 15 Temmuz Mesajı
13:45
Büyükşehir'den Yol Güvenliği İçin Otokorkuluk Çalışması
13:45
Gölcük Terminali'nde ilk sefer İzmir'e
13:45
Başkan Aydın, mahalle buluşmalarını sürdürüyor
13:30
Başkan Tugay 15 Temmuz şehitlerini andı
13:30
15 Temmuz şehitleri Menemen'de törenle anıldı
13:15
15 Temmuz Şehitleri Keçiören'de Anıldı
10:45
Büyükşehir'den kırsaldaki besicilere veterinerlik hizmeti
10:30
Yeni Girne Caddesi yayalar için daha güvenli oluyor
10:30
Başkan Tugay: Yangının yaralarını birlikte saracağız
10:15
Alikahya Stadyum Tramvay Hattı'nda yoğun mesai
10:15
KOSKEM 1 haftada 235 can daha kurtardı
10:15
Gölcük 15 Temmuz'da Anıtpark'ta Tek Yürek Olacak
Video Galeri Foto Galeri Yazarlar
A
Büyüt
A
Küçült
Yorumlar
  1. Köşe Yazarları
  2. Muhammed Rıdvan SADIKOĞLU
  3. HEPİMİZ "İNSANIZ" OYSA
06 Haziran 2021 - 12:35

HEPİMİZ "İNSANIZ" OYSA

06 Haziran 2021 - 12:35
Yorumlar
TAKİP ETTAKİP ET
Dinle
Yazdır
A
Büyüt
A
Küçült
Yorumlar
Muhammed Rıdvan SADIKOĞLU
Muhammed Rıdvan SADIKOĞLU
Muhammed Rıdvan SADIKOĞLU

“Ne oldu, nasıl oldu, ne zaman oldu” sorularına vereceğimiz cevaplar izahı çok uzun; kişiye, konuma, aldığı eğitime, sosyo ekonomik duruma bağlı olarak değişmekle birlikte toplum içinde yaşıyor olmamıza rağmen birbirimizi “insan” olarak görmeyi bırakalı epey zaman oldu sanırım.
Zira bugün hemen her birlikteliğin temelinde adına “sevgi” denen ve öyle olduğuna da “yazık ki inanılan” bir beklentiler yığını var. Beklentiler karşılanmadığı, yüklenen anlamlar yerine oturmadığı, o beklenti kumaşından biçilen elbiseler dar veya geniş geldiği zaman da karşımızdakine karşı empati duygumuzu anında yitiriyor, tırnaklarımızı çıkarıyor ve insan değil imkân gördüğümüz muhatabımızı gözünün yaşına bakmadan kaldırıp atıyoruz.
Böyle olunca da sarf edilen onca sevgi sözcüğü, yakıştırılan onca sıfat, karşılıklı hak hukukun yerinde tabi ki yeller esiyor. Çünkü kullanılan onca sözcüğün, yakıştırılan onca sıfatın, ortaya konulduğu sanılan onca duygunun kaynağı aslında “kalp” değil, çıkarlarımız ve kendimizden bile özenle sakladığımız “riyakarlığımız” oluyor.
Bu gözlük ve algıyla bakalım topluma;
Bugün bir avukat, davasını aldığı müvekkilinin “suçlu mu suçsuz mu olduğuna bakmadan” onu sadece para kazanabileceği bir araç olarak gördüğü için üzerine giydiği cübbenin omuzlarına yüklediği “amasız” adalet yükünü, bu yükün vazettiği vebali umursamıyor. Onun için müvekkilinin haklı ya da haksız olması değil, müvekkilinin taahhüt ettiği süfli çıkarlar ön planda olduğu için de “amasız” olması gereken adalet “koşullu” hale geliyor ve ortaya alkışın iki elle çalınabileceği gerçeğinden çok uzakta; söz konusu avukat, ısrarla alkışın tek elle çalındığını ispatlamak için aylarca bazen ise yıllarca yürek teri döküyor.
Hakeza bir hukuk insanı için karşısındaki sanık, müşteki, tanık kim olursa olsun muhatabına salt kanun gözüyle bakıp onun hakkındaki hükmünü bunlar üzerinden veriyor. Oysa ki adalet terazisinin dengede durması, mazlum ile zalimin ayrılması, haksızlığa uğrayanın hakkının iadesi için kurulan sistemin adı olan hukukun konusu da suç işleyen ve o suçtan zarar gören “insan”. Ama hepsi olmasa bile yazık ki ezici bir çoğunluk “insana bakışı” erteleyip çoğu kez yasa maddelerinin soyut belirlemelerinin kişilere uygulanmasından öteye geçemiyor ve önündeki yasa doğru uygulanmışsa adalet de “gerçekleşmiş” varsayılıyor. Çünkü gerek kanun koyucuların önüne koyduğu kanun maddeleri ve gerekse de toplumsal kabullerde “hukukun üstünlüğü” aynı zamanda toplumun da “özlemi olarak” servis ediliyor.
Bir mide doktoru için ise hastasının sadece midesi ilgi alanı olduğu için, bu doktorumuz diğer organların varlıklarını unutuyor; vereceği ilaçların diğer organlara zararları aklına dahi getiremiyor  ve bu nedenle de mideyi iyileştirebilecek her türlü ilacı hastasının bünyesine enjekte edebiliyor.
Son olarak bir hadis profesörüne bakalım;
Sizce artık sayısı yüzü aşmış ve çokluğu ile övündüğümüz üniversitelerimiz bünyesindeki onlarca fakültede insanlığın iyiliği, huzuru, barışı, adaletin tesisi için ciltler dolusu yazılmış kadim eserlerle meşgul olan bir hadis profesörü bu bilgileri içselleştirmek yerine sırf talibi olduğu ilmin “zahiri” yönü ile ilgilenip ünvanına unvan katmakla meşgul olmak yerine; toplumda “ilim” emanet edilmiş bir “kanaat önderi” olarak, toplumun arasına karışsa ve okuduklarını, öğrendiklerini, hatmettiklerini yaşamına hal diliyle dökse biz bu kadar çabuk yozlaşabilir veya sağdan yanaşan iblisi ferasetin fitneleri için fesat ağaçları dikebilir miydik?
Çok mu ütopik bakıyorum bilmiyorum ama sayısını onlarca hatta yüzlerce artırabileceğimiz bu ilişkiler anaforunda, insanın yaradılış harcı olan sevgi “koşulsuzluğunu”, toplumsal birlikteliğin olmazsa olmazı olan merhamet “katıksız ve saf halini” ve toplumu ayakta tutan adalet de “ucu kime dokunursa dokunsun amasızlığını” yitirmiş durumda.
Çünkü iletişim biçimlerimizin de uyguladığımız kanunların da temelinde “insanın huzuru ve mutluluğu yattığını” unutmuş veya ötelemiş durumdayız ve bu nedenle de öz kökünden hızla uzaklaşarak ortaya huzursuz, mutsuz, ruh hali dengesiz bir toplum çıkıyor.
Peki hastalığı teşhis ettik, tedavimiz ne?
Aciz kanaatimce ilk adım olarak her şeyin merkezindeki varlığın “insan” olduğunu yeniden anımsamak, ikinci adım ise “ahlak” kavramını yeniden tanımlamak.
“Ahlak ile ne ilgisi var” diyecek okurlarım olacak muhtemel.
Aksine yaşadıklarımızın tümü beynimize çocukluk yıllarından beri kodlanan “ahlak” kavramının “ontolojik yönü” ile ilgili.
Anımsıyorum defalarca yazdım. Kabul etsek de etmesek de bizim en büyük sorunumuz “ahlak”.
Neden derseniz?
Çünkü kendi adıma okudukça, gördükçe, muhatap oldukça ülkemizde dini, politik ve ideolojik gibi görünen bütün sorunların aslında ahlaki sorunlar olduğunu fark ediyorum. Zira artık her kesime, her gruba, her düşünceye ve dahi her kuruma kene gibi yapışmış ahlaki zaaflarımız var. Bu zaaflara etiketler ve kılıflar bulup onlar üzerinden de kavga ediyoruz.
Görmek istemese de hemen her kesim bundan az veya çok pay alarak aynı seviyeye düşmüş durumda. Dipten yukarıya doğru çıkmak için hemen her kesimin önce kendi algısını, sonra kendi mahallesini temizlemesi ve ağırlıklarından kurtulması gerekiyor. Çünkü başkalarının günahlarını saymak kimseyi temize çıkarmayacak, başkasının kusuru bizim günahımızı örtmeyecek, kimse de -hep andığım gibi- çirkinden söz ederek güzelleşmeyecektir.
Öyle ya ahlakının varisi olduğumuz; dinsel terminolojinin menbaı, bir insan “nasıl insan kalır?” sorusunun en canlı örneği olarak hayatımıza nakşetmeye çalıştığımız alemlere rahmet olduğu bizzat Allah tarafından müjdelenen güzeller güzeli dahi dini “güzel ahlak” olarak tanımlamıyor mu?
Peki nedir “ahlaklı olmak?”
Hayır hayır, merak etmeyin uzun uzun “ahlak” kavramının filolojik köklerine inmeyecek, ontolojik tanımlarını yapmayacağım.
Zira benim için ahlak, tohumunun hiçbir şart taşımayan sevgi ve toprağının kendinden olmayana dahi gösterilen merhamet olduğu, o tohumun “amasız” adalet güneşi ile yeşerdiği bir “sadakat” zinciri demek.
Yani andığım koşulsuz sevgi, katıksız merhamet, amasız adaleti rehber edinerek insanlık sıfatına sadakat, çıktığı yola sadakat, dokunduğu omuza sadakat, tuttuğu ele sadakat; taşıdığı yüreğe, o yüreğin asıl padişahının üflediği vicdanına, vicdan çipine kodladığı fıtratına sadakat, dokunduğu yaraya sadakat, gülümsettiği yüze sadakat, yaptığı işin vazettiği mükellefiyete sadakat, edindiği amaca sadakat, verdiği söze sadakat, ettiği yemine sadakat.
Artırın artırabildiğiniz kadar. Ama dürüstçe, mertçe, oynamadan, eğip bükmeden, kıvırmadan, sağa sola sapmadan, kim ne der diye düşünmeden, ‘ne desinler’ in hesabını yapmadan, kınayıcının kınamasına aldırmadan, olmak istediğimiz kişiymişiz gibi yapmayı bırakıp kalbimizin aynasında olduğumuz kişiyle hesaplaşarak.
Bunlar neden mi olmalı?
Çünkü -başta kendi zavallı nefsim- herkes ne kadar doğruluk timsali olduğunu ispat etmenin derdinde ama hayatın fotoğrafına bu kadar eğrilik nereden karışıyor kimse bilmiyor!
Yazıp çizdiklerimizden, söylediklerimizden gönül yangınlarımız, iyiliği yeşertme mücadelemiz, hak ve adalet konusundaki uğraşımız, merhameti yayma çabamız, ötekileştirmeden yaşama gayretimiz aynıymış gibi görünse de tüm söylemlerimizin aksine eylemlerimiz küçük bir kıvılcımın aramızda devasa yangınlar çıkarmaya yettiğini gösteriyor.
Yazmıştım ama, ilahi nefesin “tekrarlamak fayda verir” emrine yineleyelim;
Sanki çok uzun mesafeler boyunca yürümüş gibi yorgunuz ama ne tuhaf ki bu yorgunluğumuza rağmen geldiğimiz hiçbir yer yok. Sanki her şeyi çok seviyormuş gibi yapıyoruz ama koşulsuz sevginin yeşertemeyeceği hiçbir güzellik yokken gönül coğrafyamızı bozkırlar, dikenler, kokusuz güller kaplamış durumda ve içimizdeki dünya kaskatı, içinde neredeyse hiç sevgi yok.
Yirmi üç yıllık süreçte İslâm gibi mümbit bir dinin bireysel konfor alanının dışında, bizzat hayatın içinde yaşanması gerektiğini; yaşayan her insanın yaşadığı çağa karşı borçlu olduğunu; “Müslümanım” diyen her insanın bütün yaratılmış için dil, din, ırk, renk ayırmaksızın “güven adası” olması gerektiğini ısrarla teklif eden ve tebliğin ancak temsille mümkün olacağını fısıldayan öğretilere rağmen, bugün başkalarına ne olmadığımızı tarif edelim derken kendimiz kim olduğumuzu unutmuş; yitiğimizi bulalım derken kendimizi yitirmiş durumdayız.
İslâm gibi mümbit ve hayatın her alanına dair öğretiler sunan bir yaşam biçimini bireysel konforumuza hapsettiğimizden beri yokluğuna kahrolmamız gerekenlerin nisbî varlığına sevinme, varlığına isyan etmemiz gerekenlerin kısmî yokluğundan memnun olma devrini yaşamaya başladık ve yaşamaya devam ediyoruz. Sevgi, nezaket, merhamet, adalet gibi mutlak var olması gerekenlerin yokluğuna o kadar alıştırıldık ki, önümüze bırakılan birkaç kırıntıya ziyafet muamelesi yapıyoruz.
Bu yüzden olsa gerek ki;
Aklımız başka söylüyor, kalbimiz başka atıyor. Sahip olduğumuzu sandığımız imanımız başka bir yere çağırıyor, içinde yaşadığımız zaman başka bir yere itiyor. İçimize üflenen ilahi nefes bizi ölümle doğulacak olan bir hayatın hazırlığına davet ediyor, dışımız ise ölümü hiç hatırlamadan gününü gün etmenin davetçisi haz, hız ve ayartıcı güçlerin peşinde koşuyor.
Artık kabul etmeli ve görmeliyiz ki;
Madem ki yaşamın tüm mecralarında ne vaziyet arz ettiğimiz, nasıl bir gerilim ve çatışma içinde olduğumuz, iddiası içinde olduğumuz manevi dinamiklerimizden ne kadar uzaklaştığımız ortada; geçmişte asırlar boyunca bize asude ve nezih hayatlar bağışlayan bu dinamiklerimizden neden bu kadar ayrı düştüğümüzü daha fazla gecikmeden sorgulamak zorundayız.
Zira değerlerin sakız gibi çiğnenen söz kalıplarından, boş iddialardan, ucuz tekerlemelerden ibaret kaldığı ve insanları olgunlaştırmaktan, zenginleştirmekten, derinleştirmekten uzaklaştığı bir ortamda kurduğumuz hiçbir cümlenin eylemimizle birleşmediği sürece uzun ömürlü olma ihtimali yok. Bu yüzden de üzerimize serpilen ölüm uykusundan bir an evvel uyanarak gözlerimizi açıp muhasebemizi yapabilmeli, hiç durmadan tekrarladığımız değerlerin hayatımıza bir olgunluk, bir nezaket, bir seviye, bir güzellik katamadığını artık görebilmeliyiz.
Her şey güllük gülistanlıkmış gibi davranmak ve bizi biz kılan değerleri laf ebeliğine, anlamsız tekerlemelere, klişe teorilere, gürültülü iddialara indirgeyerek durumu daha fazla idare etme şansımız olmadığını bir an evvel görmek; sözlerimizi özüyle buluşturmak, değerlerimizi hakkıyla yaşamak, kaybetmekte olduğumuz insanı, insanlığı arayıp bulmak ve hatta sabırla, dirayetle, adanmışlıkla tüm bunları yeniden inşa etmek durumundayız.
Kusurlarımızı bilmek, kendimizle yüzleşmek, anmış olduğum ahlâki görevleri “sadakat” zincirine tutunarak toplum hayatında, ilişkilerde, davranışlarımızda en berrak haliyle yeniden yaşar hale getirmek, ‘kâl’i ‘hâl’e taşımak, alçakgönüllü çabalarla iddialarımızın içini doldurmaya çalışmak ve zenginliklerimizden gönül enginlikleri çıkarmak; üzerinde tepindiğimiz manevi mirasa olan borcumuzdur.
Aksi halde içine girdiğimiz delice döngüye kanarak uyuşacak; büyümüş, kalkınmış, refaha kavuşmuş ama bütün bu maddi ilerlemelere rağmen içinden çürüyen, yoz, hakkaniyetsiz, adaletsiz, incelik ve zarafetten yoksun ileri batı toplumları gibi asılsız, kaba ve neredeyse imitasyon bir toplum olma yolunda hızla ilerleyeceğiz.
Farkında olabilme temennisiyle!
 

  • YORUMLAR
adlı kullanıcıya cevap x

Yazarın Diğer Yazıları

  • LAİKLİK - 25 Şubat 2024
  • ANKEBUT - 14 Ocak 2024
  • KOKUSUZ ve DİKENSİZ GÜLLER - 27 Eylül 2023
  • TEKNOLOJİK ESARETİMİZ - 13 Ağustos 2023
  • KALBİMİZ BAŞKA SÖYLÜYOR AKLIMIZ BAŞKA - 11 Haziran 2023
  • Dava Kendini Doğurma Davası - 05 Mayıs 2023
  • TUTUNDUĞUMUZ DAL KURUMUŞ DEĞİL - 21 Mart 2023
  • PEKİ YA AHLÂKİ DEPREM? - 14 Şubat 2023
  • DİN(İ)DAR - 09 Ocak 2023
  • KELİMELERİN GÜCÜ AŞKINA - 21 Aralık 2022
  • ÇAĞIN MOTTOSU - 18 Kasım 2022
  • KALEMLER EMANETTİR - 30 Ekim 2022
  • HAYATTAN SONRASININ ADINI KOYMAK - 06 Ekim 2022
  • TOPLUM MÜHENDİSLİĞİ - 11 Eylül 2022
  • KENDİNİ TUTABİLMEK - 26 Ağustos 2022
  • KALP İŞÇİLİĞİ - 23 Temmuz 2022
  • MADIMAK SİZİN NEYİNİZ OLUR? - 03 Temmuz 2022
  • SEVDİĞİNE BENZEYECEKSİN! - 22 Haziran 2022
  • GELİN BAYRAM OLALIM - 30 Nisan 2022
  • ORUÇ BİZİ TUTSUN - 03 Nisan 2022
  • 1
  • 2
  • 3
  • 4
Köşe Yazarları
Muhammed Rıdvan SADIKOĞLU
Muhammed Rıdvan SADIKOĞLU
LAİKLİK
NARSİSTLERLE BAŞ ETME YOLU !
MUSTAFA ÇAVDAR
NARSİSTLERLE BAŞ ETME YOLU !
İSTİFA EDEN İŞÇİNİN HAKLARI NELERDİR ?
AV. İSMET İRİŞ
İSTİFA EDEN İŞÇİNİN HAKLARI NELERDİR ?
IMF ve Türkiye Macerası
FATMA ACAR ÜNLÜ
IMF ve Türkiye Macerası
Mücahitlikten 'Müsaitliğe' Giden Yol
Prof. Dr. Kamil GÜNGÖR
Mücahitlikten 'Müsaitliğe' Giden Yol
Değer Yaşamak
Prof. Dr. Ahmet İNAM
Değer Yaşamak
Çok Okunan Haberler
Başkan Tugay Saraybosna'daki ziyaretlerini sürdürdü
Başkan Tugay Saraybosna'daki ziyaretlerini sürdürdü
Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın Bayrak Çağrısı Bağcılar'da Karşılık Buldu
Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın Bayrak Çağrısı Bağcılar'da Karşılık...
Sıcak Çermik'te kadın ve erkek havuzlar için ilk beton atıldı
Sıcak Çermik'te kadın ve erkek havuzlar için ilk beton atıldı
Ana Sayfa
Asayiş
Spor
Gündem
Siyaset
Ekonomi
Dünya
Politika
Eğitim
Magazin
Köşe Yazarları
Foto Galeri
Video Galeri
Biyografiler
Yerel Haberler
Günün Haberleri
Arşiv
Gazete Arşivi
Hava Durumu
Gazete Manşetleri
Nöbetci Eczaneler
Namaz Vakitleri
  • Dünya
  • Ekonomi
  • Gündem
  • Kültür-Sanat
  • Magazin
  • Politika
  • Sağlık
  • Spor
  • Foto Galeri
  • Video Galeri
  • Köşe Yazarları
  • Biyografiler
  • Yerel Haberler
  • Günün Haberleri
  • Arşiv
  • Gazete Arşivi
  • Hava Durumu
  • Gazete Manşetleri
  • Nöbetci Eczaneler
  • Namaz Vakitleri

  • Rss
  • Künye
  • İletişim
  • Çerez Politikası
  • Gizlilik İlkeleri

Sitemizde bulunan yazı , video, fotoğraf ve haberlerin her hakkı saklıdır.
İzinsiz veya kaynak gösterilemeden kullanılamaz.

Yazılım: Tumeva Bilişim

Konya Haber - Afyon haber